MUMYA DÜKKANI

DOLUNAY DEDEKTİFLERİ “MUMYA DÜKKÂNI”NDA!

Ahmet GÜNBAŞ
(BU YAZI ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ DERGİSİ'NDE YAYIMLANMIŞTIR/2009-OCAK)

Şu işe bakın hele! Mavisel Yener’in yarattığı Dolunay Dedektifleri, kanlanıp canlanmış, aramızda dolaşır olmuşlar. Dolaşmakla kalmamış, zekaları ve becerileri ile hayranlık uyandırmışlar.
Bir kahraman romandan taşıp gerçek yaşamın içine karışır mı? Pinokyo’nun canlanması gibi bir şey!.. Olacak şey mi bu? Oluyormuş meğer!...
Sen kalk, ta Mardin’lerden Dolunay Dedektifleri’nin yazarına bir mektup döşen ve yardım iste!
Kim mi o mektubu döşeyen? Kim olacak? Mardin’de yaşayan Fırat adlı bir çocuk! Dayısı gümüş ustası Bedo Armutçu’nun bir gün dükkânını kapattıktan sonra eve dönmemesi üzerine kuşkuya kapılıp olayın ardındaki gizler yumağının çözülmesi için Dolunay Dedektifleri yazarından mektupla yardım ister. Yazar da düşünüp taşınıp kahramanlarının elektronik posta adreslerini verir Fırat’a. Böylece bir iletişim ağı doğar kahramanlarla uzak hayranları arasında. Fırat, dayısının yaşadığına inanmaktadır hâlâ. Babasının da izniyle afacan dedektifleri Mardin’e konuk ederler. Birce ile Ece İzmir’den; Oğuz, Bilgecan ve Ada da Kaş’tan Mardin’e doğru yola çıkarlar. Mardin’de görevli doktor Hasan Bey, Ada’nın amcası olarak su serper yol uzaklığını bahane eden ailelerin yüreklerine. Annesiyle ağabeyini bir trafik kazasında kaybetmiş Fırat ise yeni emekli olmuş babası Şehmus Bey’le yaşamaktadır eski Mardin’de kurulu görkemli taş evlerinde.
Yeni ve değişik bir dünyaya gelmişlerdir kahramanlarımız. Mardin, taştan yontulmuş bir çeyiz sandığı gibi karşılar onları. Oymalı kabartmalı taş işçiliğiyle kanaviçe gibi işlenen evler, abbara denen karanlık tünellerle birbirine bağlanan taş sokaklar, kendine özgü yiyecek ve içeceklerle donatılmış sofralar ilgisini çeker konukların.
Bir adı da Mumya Dükkânı’dır Bedo Armutçu’nun işliğinin. Gümüş işçiliğini incelikleriyle bilir. Hatta kendine özgü özel bir bölmesi vardır dükkân içinde. Oraya yabancıların girmesinden pek hoşlanmaz. Çünkü bu bölmedeki özel çekmecede, özellikle gümüş yüzüklerden oluşan geleneksel takılar gizlidir. Ve daha neler:
“Bedo köyleri dolaşıp geleneksel takıları toplar, dükkanında satardı. O çekmeceyi Şehmus Bey’e göstermişti. Ne çok eski yüzük vardı” (s:29)
Bedo Dayı’nın, geleneksel takıların taklitlerini yaptığını, ayrıca mumya yazıtlarına da merak saldığını öğreniriz satırlar arasında. Yani işler biraz karışıktır! Ama inanın, kötü bir adam değildir Bedo Dayı! Fırat’ın inancı bu doğrultudadır. Kayboluşunun ardındaki sırlar perdesi aralandıkça bizim da ona güvenimiz artar.
Bedo Dayı’nın kayboluşuyla başlayan gerilim yükü, roman boyunca sürpriz olaylarla doludizgin devam eder. Yener bir gerilim uzmanıdır zaten. Eh, işin içinde dedektiflik olunca, birbirinden ilginç akıl yürütmelere tanık oluruz. Gülmece unsuru es geçilmemiş, yalın tümceler eşliğinde birer atlama taşı niteliği kazanan bölümler kısa tutulmuştur.
Dolunay Dedektifleri’ni uğraştıran kötü adamların gölgesi ne yazık ki Mardin’e de düşmüştür! Çalmak çırpmak, kaçırmak, satmak gündelik işleridir.
Dedektiflerimiz taş eve yerleşir yerleşmez ipucu ararlar Bedo Armutçu’yu ilişkin. Çok geçmeden Bedo Dayı’nın bilgisayar kullandığı ve bir web sitesi üzerinden mallarını “mumya Gümüşçülük” adıyla pazarladığı ortaya çıkar. Sonra - Fırat’ı güçlükle razı ederek – bir cinlik yapıp gümüş ustasının elektronik posta yazışmalarına girerler. Kuşkulu iki adrese Bedo ağzıyla iletiler gönderirler ilk fırsatta. Ardından arama motorunu çalıştırdıklarında iki Bedo Armutçu çıkar karşılarına! Bunlardan biri her yönüyle püsküllü beladır! Mezar soyma ve kaçakçılık suçuyla yargılanıp hüküm giymiştir yakın zamanda.
Bu arada Emniyetin kendilerini adım adım izlediğinden habersizdirler afacanlar. Doğal ki Bedo Dayı’nın elektronik postalarından fırlayan, daha doğrusu yazışmalarla uyanan kötü adamlar da... Bir ara mumya dükkânına girilip kapısının açık bırakılması da işleri iyice arap saçına çevirir.
Olaylar gitgide karmaşaya bürünürken Mardin’deki yaşam tüm zamanları kucaklayan büyüsüyle devam etmektedir. Öncelikle taş evin görkemi başlarını döndürür afacanların:
“Avludaki sütunların çiçek figürlü oymaları, kapı ve pencereleri çevreleyen taşlara dantel gibi işlenmiş beyaz güvercinler... Odaların kemerli giriş kapılarındaki motifler, yüksek tavanların süslemeleri...” (s:39)
“..Camlı dolabın içindeki fincanlar, kayık tabaklar, gümüş buhurdanlıklar, geçmiş güzel günlerin birer kişisiymiş gibi gururla gülümsüyorlardı” (s:45)
Kent desen o büyülerin toplamı gibidir:
“...Kentin büyüleyici güzelliğiyle sessizliğe büründüler. Zamanı geriye sarmış, bir ortaçağ masalının içine girmişlerdi çoktan.” (s:37)
Romanı saran tarihsel derinlik her fırsatta düşlerini genişletir konukların. Eski Mardin gözetleme kulesinin yanı sıra düş kulesine dönüşür:
“Mezopatamya ovası denize dönüşüyordu sanki. Suriye’den göz kırpan ışıklar karşı kıyı olmuştu bile. Ovayı çevreleyen irili ufaklı köyler de iskeleler gibi uzanıyordu kıyıda.
‘Burası bizim düş denizimizdir’ dedi Fırat. ‘Gece gelir, sabaha değin su masalları anlatır Mardin’e, sonra kimseler görmeden çekip gider... Ova olur.” (s:66)
Bedo Dayı’yla ilgili gelişmeler sıcaklığını korurken, Doktor Hasan’ı kan ter içinde bırakan, “Adı tam konulamamakla beraber ‘Kırım-Kongo kanamalı ateş’ benzeri bir hastalık olduğu kesinleşmişti. Bu hastalık keneler tarafından taşınan bir virüsle ortaya çıkıyordu.” (s:133) şeklinde özetlenen salgın bir hastalık başlar Mardin’de. Önlemler, ilaçlar yetersiz kalır. Kent karantinaya alınır ister istemez. Heyetler gelir, araştırmalar başlar. İleride ‘biyoterör’ ( İnsan, hayvan ve bitkilere biyolojik silahlarla yapılan saldırı) kavramıyla karşılaştırır bizi bu hastalık! Olaylar iç içe gelişmektedir sanki!
Doktor Hasan’ın Dara, Şeyhmus Bey’in Hasankeyf gezileri sırasında, figürleri mağara duvarlarıyla özdeş ensesi dövmeli bir adam yalnız bırakmaz onları.
“Lapis Lazuri” (değerli bir taş) ile mumya yazıtları kaçakçılığına adı karışan Gabriel ve ekibi Bedo Dayı’yı da ellerinde tutmaktadırlar. Ama öncelikli görevleri o değerli taşı bir önce sınırda Suriyeli Esat’ın adamlarından Mimar Davut’a pazarlamaktır. Kaçakçılığın kaynağında ise bir Amerikalı vardır. İşler umdukları gibi gitmez ve yakayı ele verirler. Bedo Dayı da Emniyet adına çalışan şebeke elemanı tarafından salgın hastalığa yakalanmış şekilde serbest bırakılır. Ensesi dövmeli adam, onu hastane odasına değin izler ve öldürmeye kalkışırsa da Ece’nin sezgisi sayesinde polislerce kıskıvrak yakalanır.
Kabaca özetlemeye çalıştığım serüvenlerin ayrıntısına inmek isteyenler, Mavisel Yener’in arı-duru Türkçesiyle akışkanlık kazanan her sözcüğü atlamadan okumak zorundadırlar. Gerek neden-sonuç bağıntısıyla geliştirilen olayların kurgusal sağlamlığı, gerekse romanın omurgasına yerleşip merak duygumuzu kabartan taş baskısı Mardin sevgisi, küçük dedektiflerimizi adım adım izlememizi salık verir bize. Değişik yerler hakkında yepyeni bilgiler katarız dağarcığımıza. Öğrenme sürecimiz farklı zaman boyutunda ilginç ve şaşırtırcı kazanımlar elde eder. Örneğin romana konu buluntular ışığında kendine özgü yaşanmışlıklar çıkar yolumuza. Mardin ve çevresinin gizemi yavaş yavaş çözülürken, taşın da bir dili, hatta bir yüreği olduğunu kavrar, taşta şekillenen zamanı okumaya hevesleniriz bir ucundan hayretle. Sözünü ettiğimiz tarihsel derinlik çanlarıyla/ fenerleriyle çıkar gelir. Çiğneyip geçtiğimiz tarihsel hazinelerin farkına varırız birden. Bu yüzden Mezopatamya kentlerinden Dara’nın, belirgin özellikleriyle Efes’e eşdeğer olduğunu bilmek, yine bu yüzden baraj suları altında kalma tehlikesiyle boğuşan Hasankeyf’le Allianoi’nin yazgılarını paylaşmak insani borçtur bir bakıma. Çünkü geçmişten kalan buluntuların tümüyle ayakta kalması tarihsel derinliğin olmazsa olmaz koşuludur. Bu anlamda dokunulan, duyumsanan ve tutulan bir şeydir zaman. Örneğin “İnişe geçerken, Hasankeyf’ten anı olması için hepsi de birer küçük taş parçası aldılar. On bin yıllık geçmişi avuçlarında ısıttılar... “ (s:107) tümcelerindeki inci tanesi erinci göz önüne alırsak, henüz küçücük yaşlarda tarihsel bilincin oluştuğunu görür, seviniriz. Söz konusu bilinç akışı insanlığın ortak kalıtının kökleriyle buluşurr anında. Bulmak, gözden geçirmek, biriktirmek ve korumak gibi edimler önem kazanır geçmişi irdeleyenler için. Bedo Dayı’nın Kufi yazılardan çevirdiği ‘Tapınak İksiri’nde yazılanlar, bugün Tıp alanında ‘destek tedavisi’nde kullanılan kimi maddeler içermektedir Doktor Hasan’a göre. Yani binlerce yıllık deneyimin ürünüdür her biri. ‘Koruma’ edimini de iki yönlü değerlendirebiliriz: Arkeolojik buluntuların ait olduğu yere yapışık yaşaması tartışılmaz derecede vazgeçilmez bir öncelikse, her türlü tarihsel kaçakçılığın önüne geçmek de önceliklerimiz arasındadır. Yazarın bize bağışladığı önemli bir nedense ‘duyumsamak’la ilgilidir ki taşta, mermerde, ahşapta, kilde, deride, papirüste vs yazılanlarla birlikte, kendine özgü sırlar dünyasında, söylencelere karışık yaşama isteğidir bu. Bedo Armutçu’nun roman sonunda yeğeni Fırat’a armağan ettiği mumya yazıtının el değiştirmesi sırasında söyledikleri adeta ‘sır nöbeti’ gibi algılanmalıdır. Sanki ustadan çırağa sıçrayan bir meslek sırrıdır Bedo Armutçu’yla Fırat arasında sözleşme:
“Bu bilgilerin, asırlardır saklandıkları mağarada kalmaları en doğrusuydu evlat. Uykusundan uyandırılmaması gereken sırlar var yeryüzünde.” (s:173)
Dolunay Dedektifleri’nin Mardin’i konu alan son serüvenlerinde, yeni bilgiler katarız dağarcığımıza. Uzak ve gizemli bir kentten süzülenler, farklı bir ortama sürükler bizi. Yediğimiz içtiğimiz şeylere de yansır bu farklılık. Örneğin sembusek (kapalı lahmacun), içli köfte, ızgara şabut balığı, nar salatası, künefe, mavi badem şekeri, asir (bir limonata çeşidi), zencefilli portakal suyu gibi Mardin’e özgü yiyecekler ilgisini çeker okurun. Bunlara oymalı kakmalı, güvercin avlulu taş evlerin gizemi de eklenince, gezip görme isteği uyandıran gizli bir çağrı alırsınız Mardin’den. Yine polisiye gerilimin akışı içinde farkında olmadan yeni bilgiler ediniriz. Mardin çevresinde iz bırakan Mezopotamya uygarlığının yanı sıra Artuklular, mağaralar, gizli geçitler, su bentleri, Kufi yazılı mumya yazıtları, Dara ve Hasankeyf kentleri, dünyanın ilk açılır kapanır Roma köprüsü ve lapis lazuri taşı merak duygumuzu kamçılar. Tıp alanında ise çölayak, şeker gibi hastalıkları gözden geçirirken, biyoterör, salgın, karantina, elektronik eczane, ilaçların kötüye kulanımı, antiviral ilaçlar gibi kavram ve konular hakkında uzun uzun kafa yorarız. Yazar, aynı zamanda bilgisunar (internet) dünyasının önemini de sezdirir.
Sırlarla başlayıp sırlarla biten Mumya Dükkânı’nı okuyup bitirdikten sonra hınzır bir soru çeldi aklımı. O da şu: Mavisel Yener, Dolunay Dedektifleri’nin kadrosuna Fırat’ı da ekleyecek acaba? Yoksa kahramanları, romandan taşmış halleriyle bundan böyle Fırat’ı da mı aralarında görmek isteyecekler? Kim bilir? Artık onları engelleyemediği aşikar! Nereden mi anladım? Bizzat Yener’in ağzından dökülen “Biliyordu ki ‘Yarattığın her şey eninde sonunda seni yaralar!’” (s:8) tümcesindeki yakınması kuşkularımızla birleşiyor apaçık.
Bence insani değerlerimizi harmanlayan hoş bir kanama bu! Kolay gele!



(*) Dolunay Dedektifleri/ Mumya Dükkânı – Mavisel Yener, Bilgi Yayınevi, Birinci Basım, Eylül 2008

ÇOCUK YAZININDA MAVİSEL YENER GERÇEĞİ

ÇOCUK YAZININDA MAVİSEL YENER GERÇEĞİ

Bahri KARADUMAN
bahrikaraduman@hotmail.com

Çocuğu önemseyen, çocuğu yaratıcı belleğin üretken toprağı olarak gören toplumlar, ulus olmanın bilinciyle kendi çocuk yazınlarını oluşturmuşlardır. Ortaçağ’da çocuğu yok sayan düşünce, çocukluğu bir an önce atlatılması gereken geçici bir dönem olarak görme anlayışı, Aydınlanma Çağı’nda ortadan kalkmış, örneğin Rousseau’nun Emile adlı yapıtında görüldüğü gibi çocuğu, toplumun önemli bir bireyi olarak ön plana çıkarmıştır. Bu önemli gelişme çocuk yazınının da doğmasına neden olmuştur.
Toplumsal yaşama iyi hazırlanmamış çocuk, geleceğin sorunlu insanıdır. Çocukluğunda edinemediği pek çok bilgi ve olumlu alışkanlığın eksikliğini yaşamı boyunca hisseder. Bu nedenle çocuk eğitiminde “ÇOCUK YAZINI” büyük önem taşır. Bu bağlamda sanatçılara gerçek anlamda sorumluluklar düşer. Çocuklar için oluşturulan yapıtların niteliği ya da niteliksizliği, o ulusun sanatçılarının konuya bakış açılarını belirler. Çocuğun hayal gücünü genişletmeyen, eğitimine katkıda bulunmayan yapıtlar, tecimsel amaçla yazılmıştır ve bu kitaplar çocukların gelişimine hiçbir yarar sağlamaz.
Geçmiş yıllarda sıkıntısı çekilen bu konu, son yıllarda çocuk kitaplarının öneminin daha iyi anlaşılması nedeniyle sorun olmaktan çıkmış, gerek ustaların gerekse genç yazarların çocuk kitaplarına yönelmeleri, Türk çocuk yazınının canlanmasını sağlamıştır.
Bilgisini, birikimini, kalemini çocukların yararına sunan yazarlardan biri de mavisel Yener. Bu genç yazarımız art arda yayımlanan Mavi Elma(1) , Evinden Kaçan Masal(2) ve Üşengeç(3) adlı kitaplarıyla okura ulaşmış, özellikle İzmir’de adından sık söz edilen yazarlar arasına girmiştir.
Büyük bir keyifle okunan kitaplarıyla gerçeklerin masal, masalların gerçek olduğu bir ülkede yaşatıyor bizi, Yener. Bir anda öyle bir evrene giriyoruz ki orada masmavi göller gülümsüyor, gölgeler saklambaç oynuyor, gözsüzler görüyor, kulaksızlar duyuyor. Develerin fare, farelerin kuğu olduğu, dağların suya indiği bir dünyayı tanıyoruz. Mağara gezginiyle, yol gezginiyle tanışıyor, dağ cinlerinin Çikolata Krallığı’na gidiyor, Uluslar arası Karınca Bilim Ödülü’nü araştırıyor, Uranüs Karıncalar Korosu’nun gürültüsünü duyuyoruz. Kütüphanedeki kitapların feryadını dinliyor, çocuklarla buluşamayan, çocukların ilgisini çekemeyen eski kitapların acısına ortak oluyoruz. Çocuklarla gezi kitaplarının sayfalarına binip uzak diyarlara yol alıyoruz. Gelişen teknolojinin pek çok şeyi nasıl da yok ettiğini görüyor, sayfaları olanı değil, bilgisayar ekranındaki kitapları okuyan, isterlerse dinleyen gençlere biraz kızıyoruz.
Dünyanın içinde başka bir dünya olduğunun anlıyor, mavi elma görmenin heyecanını yaşıyor, yaşamımız boyunca elmayı kırmızı görmüş olmamızın mavi elmanın var olmadığı anlamına gelmediğini kavrıyoruz. Cadıların, devlerin dünyasını yani Kafdağı’nın ardını değil, Kafdağı’nın önünde bulunan ülkeleri tanıyoruz. Gözlerimiz biraz nemli, biraz da utanarak gerçek saflığın, temizliğin yalnız çocuk kalbinde olduğunu anlıyor, o güzelliğe hiçbir gölge düşmemeli diyoruz.
Çocuk yazınında mizahın önemli olduğunu, mizahın da çelişkiden doğduğunu iyi biliyor Yener. Abartıları yalnız mizah öğesi olarak kullanırken doğru olanı yaşam gerçeğinin dışına çıkmadan sevecenlikle öğretiyor. Değişik sorunlara yaklaşırken, örneğin çevremizdeki ses ve görüntü kirliliğinin hangi boyutlara ulaştığını gösterirken günlük yaşamı araç olarak kullanıyor ve toplumsal eleştiriyi bireyin kültürel kimliği içinde veriyor. Bu eleştiri “Uyu Sen Uyu” ve “Canlı Yayın” öykülerinde en üst düzeye ulaşıyor. Çocuk sevgisini başat öğe olarak kullanan Yener, “Emek’in Konukları”nda olduğu gibi çocukların çocukluklarını yaşamalarını, her koşulda sevinmeleri gerektiğini, özverinin büyükler için olduğunu vurguluyor.
“Çocuklar çoğaldıkça kötülükler azalır.” diyor Yener. İnsanlığın geleceğini, içimizdeki çocuğu yitirmemekte görüyor. “Biz, bizi bekleyen birileri olduğu için yalnız hissediyoruz kendimizi” diyerek birlikteliğin önemini belirtiyor. “Senin için hiç kimse şiir yazdı mı?” sorusunu kuşkusuz hepimize soruyor.
Mavisel Yener, büyümüş ama kirlenmemiş dünyasını, ruhunun güzelliklerini yansıtıyor öyküleriyle. O güzelliklerden, buram buram içtenlik kokan kır çiçekleri sunuyor okura. İçerdiği yaşam felsefesiyle tertemiz bir dünyanın kapılarını açıyor. Ne dersiniz, çocuklarımızla biz de girelim mi o ışıklı dünyaya?

(1)Mavi Elma, K Yayınları, 2000
(2)Evinden Kaçan Masal, K Yayınları, 2001
(3)Üşengeç, Bu Yayınevi, 2001
……….
İZMİR İZMİR, Mayıs-Haziran 2001 Sayı:29